Hedefi
‘Cumhuriyetçi – demokrat TÜRKİYE’
olan Dergi’nin Güncel Yazıları
No
2018/34a – 30 Ağustos 2018
Falih Rıfkı ATAY: “ATATÜRK, Vatanı Zaferi ile, Milleti Devrimleriyle Kurtarmıştır”
Reşit Galip
Caddesi No 101/10, Gaziosmanpaşa, Çankaya, ANKARA
30 AĞUSTOS 2018,
BU İKİ GAZETEDE ‘ZAFER’ YA HİÇ YOK YADA KÜÇÜCÜK
BU İKİ GAZETEDE ‘ZAFER’ YA HİÇ YOK YADA KÜÇÜCÜK
Nurcular
ise Zaferle-Maferle ilgilenmez “Risalei
Nur” ile yatıp kalkarlar.
***
BUGÜN YAYIMLANAN Atatürk'ü Sevemeyenlerden Siyah Lekeler ve Biz KİTABIMDA
ZAFER’in HABERİ DUYULMADAN ÖNCE İSTANBUL’da YAŞANANLAR[1]:
Bu tarihi günlere (26 - 30 Ağustos 1922) bir
de İstanbul’dan bakalım :
Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu’nun birdenbire
kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiyenin işgal altındaki köyleriyle,
memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl
geçti. O sabahki heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum.
— Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?
— Belki de bizimkiler...
Tarihte hiçbir perde, bu kadar ağır bir kader sırrı
üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız
ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu.
— Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi
Bey mütareke aramak için Londra’ya gitti. Ummam
ki böyle bir delilik yapalım.
— İhtimal ne cepheyi ve ne de cephe gerisini tutamaz hale
geldikleri için bir son çare aramışlardır. Hepimiz Mustafa Kemal’in dehasına
inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar
atmayacağını biliyorduk.
Fakat nasıl haber almalı idik?
Bütün günümüz, adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız
yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. Zırhlıları ile, tümenleri ve alayları
ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un sularında ve
sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde[2]
ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların
yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyorum.
Nihayet Rumca gazetelerden ilk
rivayetler çıktı, biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik
kayasına boş yere çarpıp duruyorduk.
Türk ordusunun bir taarruz savaşına girmiyeceği fikri
bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına
bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık.
Onun son destanları 1877 harbinde Plevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da
Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile, merakımız biraz azalsa bile,
kaygımız ateş gibi yanıyordu.
Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta
Beyoğlu gazetleri ile yarış eden ve üstüste kasabalar alındığı rivayetlerini
uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu?,
geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bi iki kasaba alsak da öyle dursak...
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az
da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu bir
edebiyat işidir. Fakat ya hiç birşeyyapamadıksa, ya geriledikse?
Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile...
Akşam üstü gene beynimizin içinde
aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. Aydınlık, ferah
bir ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz. Güverte, tıkabasa
dolu... Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece
bu sevinç, bizi yıkmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu
zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki
noktada gerilemiştir.
Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık
bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da,
elbette Sevres Antlaşmasından daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret
edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi : Başkomutan Mustafa Kemal Paşa
bütün karargâhı ile beraber esir olmuş...
Keder insanları öldürmez derlerse bu söze inanınız. Kalb
denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşam üstü
Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.
Türkleri Büyükada Yat Kulubü’nden kovmuşlardı. Yalnız bir
iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam
cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal’in esir olması şerefine
kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye
zorlanıyordu. Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale
geldi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arıyarak sabahı
ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak iki büklüm Köprü’ye indik.
Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer
ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipleri
cemiyeti[3]
üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler,
bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil,
Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş...
Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış
olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya
başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm
gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan
ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e giriyormuşuz.
Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk
hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki
duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin
ünstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? KURTULMUŞTUK.
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal,
sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey
düşünmiyeceğim.
Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu...
İşte, ATATÜRK’ü beğenmeyenlerin
okuyup da ibret alacakları anılar bunlar. Büyük bir içtenlikle o günleri olduğu
gibi gözümüzün önüne getiriyor. O karanlık ve umutsuz günleri. O Türk ordusunun
taarruz gücünün bulunmadığı iddia ve kabul edilen, Türk’ün kendi vatanında
sığıntı haline düşmüş olduğu günleri.
Bugün ATATÜRK’ü beğenmeyenler, ne
gariptir ki, o günlerde de Mustafa Kemal’i beğenmiyorlar, Ankara’nın bir macera
peşinde koştuğunu ileri sürebiliyorlardı...
Bugün aynı kişiler, bir taraftan
“uçak ve tank yapacağız” diyenlerin[4]
aşağılık şakşakçıları[5]
diğer taraftan da şeriatın özlemcileridir. Gülerim ben bu gibi bedbahtlara...
·
ATATÜRK olmasa idi siz bugün tank ve
uçak değil kürek sapı yapmak (veya yapmamak) durumunda olurdunuz!..
·
O karanlık günlerde Mustafa Kemal ve onun devrimci, kurtarıcı ruhu olmasa
idi, bugün Anadolu da Orta Asya gibi esir bir vatandı Türklere.
·
Bugün Anadolu’nun kadını da Fizan’da olduğu gibi peçeli bir yaratıktı.
·
Bugün bizler de din ile yobazlığın farkına varamadan yetişip ölen
kişilerdik.
***
Bugünlere, Osmanlı’nın o son ve perişan günlerinden
(1922) geldik. Kıymetini bilelim ve Cumhuriyetçi Demokrat çizgide birleşelim.
[1]Italikyazılar Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı kitabından, italik olmayan yazılar ise benim
yazdıklarım
[2] Büyük Taarruzda yaklaşık 100 bin asker.
[3]İngiliz
Muhipler Cemiyeti gibi Yabancı Ülkeler ile Dostluk Dernekleri olarak kurulmuş
İtilafçı görüşte cemiyetler.
[4]ATATÜRK’ü
Sevemeyenlerden Siyah Lekeler ve Biz’in ilk baskısı 1976 yılında
yayımlanmıştı. O tarihte Erbakan uçak yapmaktan bahsediyor, onun Devlet Bakanı
Hasan Aksay’ın gazetesi Milli Gazete ise gazetesinde siyah lekeleri oluşturan
yazılar yayımlatıyordu.
[5]Özellikle
Milli Gazete